reklamı kapat

POPÜLER

Spec Ops: The Line incelemesi

 - Güncelleme: 24 Eylül 2012 21:55

YİNE VE YENİDEN BİR AKSİYON OYUNUNU AĞIRLIYORUZ SAYFALARIMIZDA. FAKAT SPEC OPS: THE LİNE AYNI CÜMLELERİ KULLANARAK FARKLI MESAJLAR VEREN DEĞİŞİK BİR OYUN OLMUŞ. OYUN KESİNLİKLE DİLİNİ BUDAKTAN ESİRGEMİYOR VE SAVAŞI, EN KANLI, EN ACIMASIZ HALİYLE TAŞIYOR EKRANLARIMIZA

Eğer oyunculuk geçmişiniz şöyle bir 15 seneyi aşıyorsa eski Spec Ops serisini hatırlıyor olmanız gerek. Rainbow Six serisinden önce ilk gerçekçi askeri taktik-aksiyon oyununu çıkarmışlardı. O dönemlerdeki shooter oyunlarında alıştığımız gibi silahları kuşanıp Rambo gibi etrafa ölüm saçtığımız bir oyun değil, aksine saklanarak planlı bir şekilde, ekip halinde hareket etmemiz gereken bir oyundu. Fakat aradan yıllar geçti ve oyun, tarihin tozlu sayfaları arasında yerini çoktan aldı. The Line ilk duyurulduğu zaman aklımızdan Rainbox Six ya da Ghost Recon benzeri bir oyun geçse de, farklı fragmanıyla The Line değişik bir yapım olacağını gösterdi bizlere. Oyunun aksiyonundan çok hikayesinin ön planda olacağını ve hikaye anlatımında değişik yöntemlere başvuracağını gözlemlemiş olduk. Oyun tam da beklediğimiz gibi bir içeriğe sahip: The Line, savaşta aslında kahraman ya da kazanan olmadığına, savaşın ahlaki değerleri biraz daha aşağı çektiğine vurgu yapıyor. Her ne kadar keskin bir senaryo ve anlatıma sahip olsa da maalesef uygulamada birtakım ciddi sıkıntılar var.

ÇÖLE DÖNEN ŞEHİR
The Line’ı benzetebileceğim en yakın oyun Army of Two olsa gerek. Kötü giden bir kurtarma operasyonu, cehennemi andıran bir şehir ve şanssız bir ekip. Yine atmosfer olarak Three Kings ya da daha iyisi Apocalypse Now filmlerini örnek gösterebiliriz. Oyun Delta ekibinden Walker, Adams ve Lugo’nun hikayesini anlatıyor ama ne anlatmak… Oyunda ilk gözümüze çarpan şey çevre tasarımındaki detay seviyesi oldu. Oyunun güçlü atmosferini sağlamlaştıran en önemli etken bu. Dubai şehri art arda gelen kum fırtınalarıyla darmadağın olmuş durumda. Şehrin önceden sunduğu zenginlik, ihtişam ve lüksün yerini terk edilmiş sokaklar, binalar ve hayatta kalmaya çalışan insanlar almış. Oyunun görsel zenginliği ve sanat tasarımı o denli başarılı ki her adımda karşınıza ayrı bir detay çıkıyor. Mesela, terk edilmiş lüks otellerin içinde alelacele hazırlanmış ve oracıkta bırakılmış valizler bulabiliyorsunuz. Bu tip ince detaylar birleştiğinde gerçekçi bir tablo çıkarıyor ortaya. Ekibimizle birlikte şehre daha önceden hayatta kalanları kurtarmaya gelen Albay Konrad’i aramak için geliyoruz. Fakat işin ardından yok olmuş bir şehrin içinde hayatta kalmak için savaşan çeteler ve çeşitli güç odakları çıkıyor. Tüm iletişim kanalları da tıkanınca geriye savaşmaktan başka bir çare kalmıyor. Aksiyonun detaylarına geçmeden önce oyunun bizi gerçekten çeken bir yanından bahsedelim. Albay Konrad’i arayışınız boyunca çeşitli kararlar vermek durumunda kalıyorsunuz. Oyun, iyi-kötü; doğru-yanlış arasındaki çizgileri iyice belirsiz kılıyor bu tip durumlarda. Örneğin, bazen size yanlış yapan iki insanın hayatı arasında seçim yapmak durumunda kalabiliyorsunuz. Hayatta kalmak ya da çocuklarını hayatta tutabilmek için sizin ekipmanlarınızı çalmaya yeltenen bir hırsız mı; yoksa bu cehennemde yolunu bulmaya çalışan yoldaş bir asker mi? Bu tip seçimler sıklıkla önünüze çıkıyor ve ekip arkadaşlarınız da verdiğiniz tüm kararlara olumlu ya da olumsuz yorumlar yapıyor. Verdiğiniz tüm kararlar oyunun sonunu etkiliyor ancak bizim en çok ilgimizi çeken nokta, The Line’ın basit bir aksiyon oyunu olarak bırakılabilecekken bu tip ilginç detaylarla beslenmiş olması. Hem hikayenin sürükleyiciliği, hem de bu tip zengin anlatım öğeleri, oyunu ezbere oynanan bir aksiyon oyunu olmaktan çıkarmış. Diğer yandan da oyun güçlü mesajları, ilginç yollarla aktarmayı başarmış. Oyunda ilerledikçe senaryo derinleşiyor ve yukarıda verdiğimiz örneklerden çok daha karmaşık durumlarla karşılaşıyorsunuz. Senaryo daha katmanlı bir hale geldikçe, oyundan aldığınız keyif de artıyor haliyle. Fakat senaryo işleniş anlamında ne kadar güçlü olursa olsun, karakterler ne denli katmanlı ve derin kurgulanırsa kurgulansın, eğer oyunun iskeleti güçlü değilse, The Line gibi bir oyun bile kırılgan olabiliyor.

BİR ROMAN GİBİ
The Line’ın vurgusu ağırlıklı olarak hikayesinde ancak elbette oyunun temel dinamiklerine değinmeden geçemeyiz. Oyun kemiksiz bir aksiyon oyunu. Hayatta kalmak için siper alacak, koşturacak ve düşmanlarınızla bolca mermi değiş tokuşu yapacaksınız. Fakat oynanış anlamında fark yaratan pek bir şey yok. Oyun boyunca siz Walker’ı canlandırırken yanınızda hep takım arkadaşlarınız Adams ve Lugo bulunacaklar. Ekip arkadaşlarınızın sürekli yanınızda olması oyun boyunca yalnızlık hissetmenizi engellese de, kimi zaman yapay zekalarının dibe vurması tadınızı kaçırıyor. Siper almanız gereken yerde fırlayıp çapraz ateşte kalmaları ya da verdiğiniz basit komutları geç algılamaları sinir bozuyor. Yine de ekip elemanlarının kendi aralarında döndürdükleri muhabbetler güzel. Oyunun bir diğer sinir bozucu yanı da karakterinizi düzgün hareket ettirememeniz. Bir oyunda, hele ki bir aksiyon oyununda en temel özelliklerden birinin karakterin düzgün hareket etmesi olmalıdır. Fakat çok ilginç bir şekilde karakteriniz adeta bir odun gibi sağa sola dönerken bile kan kusturuyor size. Dolayısıyla düzgün nişan da alamıyorsunuz ve rahatlıkla öldürülebiliyorsunuz düşmanlarınız tarafından.

ARADA KALDIK
Oyunun hikayesi ve konsepti güzel. Aksiyonu ve dinamikleriyse ortalamanın altında. Bu noktada The Line’ın inandırıcılığını ve bütünlüğünü kaybetmesine neden olan en büyük etken bir şekilde oyunun sizi sürekli öldürmek durumunda bırakıyor olması. Sonuçta bir kurtarma görevindesiniz ve oyun sizi sürekli olarak ahlaki değerleri sorgulamaya itiyor. Gelgelelim ara sahneler dışında sürekli birilerini öldürüyorsunuz. Belki de The Line, Gears of War gibi önüne geleni öldürdüğünüz ve dakikada 100 mermi saçtığınız bir oyun değil; düşmanın çok daha az, taktik uygulamaların çok daha derin ve kurtarma görevlerinin daha yoğun olduğu bir oyun olabilirdi. Böylece vermeye çalıştığı tüm mesajların ve oturtmaya çalıştığı o ağır konseptin altında kalmaz, her adımda kendini tekzip etmemiş olurdu. Bu haliyle oyun dinamikleri ve konsepti arasında koca bir çelişki var gibi görünüyor.

KAÇAN BALIK
Spec Ops: The Line bize göre kaçırılmış bir fırsat gibi görünüyor. Çok daha iyi ve kaliteli bir yapım olacakken, muhtemelen yapımcılar herkese hitap etmeye çalışmışlar ve ortaya her şeyden biraz yapmaya çalışan ama hiçbir şeyi tam yapamayan bir oyun çıkmış. Oyunun hikayesi, karakterleri ve işlenişi gayet güzel ancak oyun yapısı ve hatalarıyla vasatın bile altında. Ancak yaz içinde oynayacak oyunu kalmayanlar için 7 saatlik iyi bir alternatif olabilir.